1 ay önce | Okunma Sayısı : 117
Son günlerde Gazze’de şafak vakti yaşanan saldırılarda en az 35 kişinin hayatını kaybetmesi, bölgedeki trajediyi yeniden dünya gündemine taşıdı. Gazze, yıllardır abluka, bombardıman, işsizlik ve ağır insani krizlerle boğuşan bir bölge olmasına rağmen, her yeni saldırı sanki ilk defa yaşanıyormuş gibi uluslararası medyanın manşetlerine taşınıyor. Ancak trajedinin sürekliliği, gündemin değişmesiyle birlikte çoğu zaman unutuluyor. Bu döngü, hem bölge halklarının umutlarını hem de uluslararası toplumun çözüm iradesini giderek aşındırıyor.
Ortadoğu’nun siyasi yapısı, tarihten bugüne daima kırılgan olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından çizilen yapay sınırlar, Batı’nın bölgeye yönelik müdahaleleri ve devletlerin iç istikrarsızlıkları, bölgedeki kaotik ortamı sürekli besledi.
İsrail-Filistin çatışması bu kırılganlığın en görünür ve en kanlı örneği. İsrail, güvenlik endişelerini gerekçe göstererek sert askeri tedbirler alırken, Filistin halkı yıllardır işgal, abluka ve yerinden edilme sorunlarıyla karşı karşıya kalıyor.
Taraflar arasındaki güven bunalımı, müzakere süreçlerini ya başlamadan bitiriyor ya da kısa süre içinde sonuçsuz bırakıyor. Oslo Anlaşmaları, Camp David görüşmeleri, Madrid Konferansı gibi girişimler hep bu güvensizlik duvarına çarptı.
Çözümsüzlük, yeni nesillerin de çatışma ortamında büyümesine yol açıyor. Bu da barış ihtimalini her geçen yıl biraz daha zayıflatıyor.
Ortadoğu’daki her çatışma yalnızca yerel bir sorun değil, aynı zamanda küresel güçlerin stratejik hesaplarının da bir parçası.
ABD, İsrail’in en yakın müttefiki olarak bölgedeki askeri varlığını sürdürürken, aynı zamanda enerji yollarını kontrol etme arzusunu da açıkça ortaya koyuyor. ABD’nin bu tarafgir tutumu, Filistinlilerin gözünde adil bir arabuluculuk rolünü imkânsız kılıyor.
Rusya, özellikle Suriye iç savaşı üzerinden Ortadoğu’daki nüfuzunu genişletti. Batı ile küresel rekabetini Ortadoğu sahasında da sürdürüyor.
İran, Filistin meselesini kendi jeopolitik hamleleri için bir araç olarak kullanıyor. Hizbullah, Hamas ve benzeri aktörlerle kurduğu ilişkiler üzerinden İsrail’e karşı dolaylı bir cephe oluşturuyor.
Avrupa ülkeleri, insani yardım ve diplomatik çağrılarla öne çıkıyor; fakat stratejik kararlarda yetersiz kalıyorlar. Avrupa Birliği’nin iç bütünlük sorunları, bölgeye dair ortak bir vizyon geliştirmesini engelliyor.
Sonuçta, bölgedeki her gelişme büyük güçlerin çekişmesine dönüşüyor ve bu durum kalıcı barışı imkânsızlaştırıyor.
Çatışmaların en ağır sonuçlarından biri de ekonomilerde yarattığı çöküştür.
Altyapının yok edilmesi: Yıkılan hastaneler, kullanılmaz hale gelen okullar, bombalanan yollar… Gazze’de bir şehrin temel yaşam damarları sürekli koparılıyor.
İşsizlik ve yoksulluk: Ekonomik faaliyetlerin durması, genç nüfusun iş bulamamasına ve toplumsal huzursuzluğun artmasına neden oluyor.
Zorunlu göç: İnsanlar evlerini terk ederek başka ülkelere sığınıyor. Lübnan, Ürdün, Mısır gibi ülkeler yıllardır milyonlarca Filistinliye ev sahipliği yapıyor. Ancak bu da yeni toplumsal gerilimlere, ekonomik yükümlülüklere ve güvenlik sorunlarına yol açıyor.
Göç dalgaları, yalnızca bölgeyi değil, Avrupa’yı da etkiliyor. Akdeniz üzerinden yaşanan mülteci krizleri, Avrupa siyasetinde aşırı sağın güçlenmesine kadar uzanan zincirleme sonuçlar doğuruyor.
Savaşın sadece binaları yıkmadığını, aynı zamanda toplumların ruhunu da derinden yaraladığını görmek gerekiyor.
Çocuklar her gün bomba sesleriyle uyanıyor, okul yerine sığınaklarda büyüyor.
Aileler sürekli kayıplar yaşıyor, yas tutmaya dahi vakit bulamadan yeni bir saldırıyla karşılaşıyor.
Bu travmalar, yalnızca bireysel değil; kolektif hafızanın bir parçası haline geliyor. Kuşaktan kuşağa aktarılan acılar, toplumsal bir “çatışma kültürü” oluşturuyor.
Böyle bir ortamda barış talebi giderek zayıflıyor. Çünkü insanlar artık barışı hayal dahi edemeyecek kadar umutsuz hale geliyor. Bu da radikal örgütlerin gençleri ikna etmesini kolaylaştırıyor.
Ortadoğu’da bölgesel işbirliği mekanizmalarının zayıflığı, krizlerin çözümünü neredeyse imkânsız kılıyor.
Ortak vizyon eksikliği: Arap ülkeleri bile Filistin meselesine farklı açılardan yaklaşıyor. Kimileri diplomatik çözümü desteklerken, kimileri daha sert tepkiler verilmesini savunuyor.
Liderlik boşluğu: Kapsayıcı, kararlı ve uluslararası toplumda güven uyandıran liderler bulunmuyor. Çoğu lider, kendi iç siyasetinde iktidarını korumayı barış arayışından daha önemli görüyor.
Diplomasinin tıkandığı her noktada, askeri çatışmalar hızla tırmanıyor. Bu da barışı sürekli erteleyen bir kısır döngü yaratıyor.Ortadoğu’daki kan ve gözyaşı, sadece Gazze’ye ya da tek bir ülkeye indirgenemeyecek kadar karmaşık bir yapıya sahip. Tarihsel, dini, siyasi ve ekonomik faktörlerin iç içe geçtiği bu denklem, basit çözüm önerilerini boşa çıkarıyor.
Gerçekçi barış süreci: Tarafların en temel hak ve güvenlik kaygılarını gözeten, adil bir çerçeve oluşturulmalı.
Uluslararası irade: Küresel güçler, çıkar politikalarını değil, bölge halklarının yaşam hakkını merkeze alan bir yaklaşım benimsemeli.
Toplumsal iyileşme: Eğitim, kültür ve sosyal politikalarla savaşın yarattığı travmaların onarılması sağlanmalı. Toplumların barışa inanması, siyasi liderlik kadar önemlidir.
Kısacası, Gazze’de yaşanan son saldırılar sadece bir olay değil; bölgenin onlarca yıllık krizinin yansımasıdır. Eğer siyasi irade, uluslararası işbirliği ve halkların barışa dair talebi aynı noktada buluşmazsa, Ortadoğu’da kan ve gözyaşının yakın zamanda dinmesi mümkün görünmemektedir.